16 Ekim 2008 Perşembe

Git Kendini Çok Sevdirmeden

Türk Edebiyatının genç kuşak yazarlarından Tuna Kiremitçi kitaplarıyla her zaman çok satanlar listesinde yer almıştır. Git Kendini Çok Sevdirmeden adlı romanında Kiremitçi, bir kadının yaşamından iki farklı kesit sunmaktadır. Romanın kahramanı Arda Akad 40 yaşlarında, bir diş doktoru ile evli, çocuk sahibi ve İstanbul’da yaşayan bir kadındır. Bir trafik kazasında oğlunu kaybeden Arda, Eskişehir’deki annesinin yanına, doğduğu ve büyüdüğü eve gelir. Arda annesinin evinde çocukluk ve gençlik dönemlerini hatırlar. Arda’nın geçmişi ile ilgili hikâye on yedi yaşındaki dönemi ile başlamaktadır.

Arda’nın İstanbul’daki bir kolejde yatılı okuyan, Fırat adında bir erkek kardeşi vardır. İçine kapanık bir genç olan Fırat’ın bir sıkıntısı vardır. Fırat’ın sorunu kendisinden hamile kalan kız arkadaşıdır. İki kardeş soruna çözüm bulabilmek için aileye tatile çıkacaklarını söyler. Böylece hem para alabilecekler hem de İstanbul’a gidebileceklerdir. Amaçları İstanbul’da bir doktor bularak çocuğu aldırmaktır. İstanbul’da Fırat’ın arkadaşı Ertuğrul’un evinde kalırlar. Fırat sorunun çözümü için uğraşırken Arda da İstanbul’u dolaşmaktadır. Bu gezintiler esnasında eski arkadaşı Şule ile karşılaşır.

Fırat’ın kız arkadaşı çocuğu aldırıp yurt dışına gitmek istemektedir. Bu durum Fırat’ın canını sıkar, Arda ise kızdan şüphelenmeye başlar. Ertuğrul’dan kızın adresini alır ve Şule ile birlikte kızın evine giderler. Kızı sorguya çeken Arda, kardeşi Fırat’ın kullanıldığını anlar. İstanbul’da kaldıkları süre içerisinde Arda ile Ertuğrul arasında bir yakınlaşma olur. İkisi de birbirinden hoşlanır, fakat durumun farkında değillerdir. Arda ve Fırat Eskişehir’e dönerler.

Arda daha sonra Ali adlı bir diş doktoru ile evlenir ve bu evlilikten bir çocuğu olur. Fakat bir trafik kazasında çocuğunu kaybeder. Sıkıntılarından kurtulmak için de annesinin yanına, Eskişehir’e gelir. İstanbul’a dönmek için hazırlık yaparken Ertuğrul’dan bir haber alır, Ertuğrul kendisiyle görüşmek istemektedir. Arda, Ertuğrul’un görüşme isteğini kabul eder. Bunun üzerine Ertuğrul Eskişehir’e gelir ve bir otele yerleşir. Ertuğrul’un Kanada’lı bir kadından Dünya isimli bir kızı vardır. Ertuğrul, annesini trafik kazasında kaybeden kızının daha iyi yetişmesi ve eğitim görmesi amacıyla Arda’ya vermek istemektedir. Arda bu teklifi kabul eder ve İstanbul’a doğru hareket ederler. Ertuğrul ve Arda’nın annesi hüzünlü gözlerle onları uğurlar.

Aklı Bir Karış Havada

İtalyan Edebiyatı’nın önemli isimlerinden Susanna Tamaro tarafından kaleme alınan romanın kahramanı 12 yaşındaki Ruben’dir. Küçük yaşta anne ve babasını kaybeden ve geniş bir hayal dünyasına sahip olan Ruben, büyükannesi tarafından büyütülmektedir. Ruben bir gün bahçede cirit ile oynarken cirit yanlışlıkla, eğitimini üstlenen Oskar’a saplanır. Öğretmeninin öldüğünü düşünen Ruben evden kaçar ve böylece Ruben için yeni bir hayat başlar. Bu yeni hayatta Ruben’i aksiliklerle dolu bir serüven beklemektedir.

Bir trene binerek kaçmaya başlayan Ruben’in amacı, bütün mirasını kendisine bırakan Amerika’daki büyük amcasının yanına gitmektir. Başkente giden trende Spartaco adında bir askerle tanışır. Spartaco’nun teklifiyle elbiselerini değişirler. Trende biri yaşlı, diğeri kör iki kadınla karşılaşır ve onlara yardımcı olur fakat yolculuk boyunca kadınlardan kurtulamaz. Tren gece yarısı başkente ulaşır. Ruben yaşlı kadın ile birlikte kadının evine gider ve uzun süre burada kalır. Kör kadını her gün gezintiye çıkaran Ruben, bir süre burada para biriktirip daha sonra da kaçmayı planlıyordu. Nihayet bir gün kaçar ve bir kamyona atlar fakat parasını yanına alamamıştır. Kamyonun şoförü trende tanıştığı Spartaco çıkar. Ruben başından geçenleri ona anlatır. Spataco Ruben’e, bir film ekibinin dublör aradığını, dublör olmayı kabul ederse çok iyi para kazanabileceğini ve Amerika’ya gidebileceğini söyler. Ruben teklifi kabul eder ve dublörlük için antrenman yapmaya başlarlar. Bir süre sonra paraları biter. Ruben, Spartaco ile birlikte yaşlı kadının evinde kalan parasını almak için eve gider ve Spartaco evden parayı alır. Spartaco paranın kendisinde kalmasının daha iyi olacağını söyler, Ruben de bunu kabul eder.

Dublör olabilmek için yaptıkları antremanlar nihayet sona erer ve Spartaco son kez bir test yapmaları gerektiğini söyler. Bunun üzerine bir akşam vakti Ruben bir binaya çıkar, Spartaco işaret verdiğinde harekete geçecektir. Fakat Spartaco paralarla birlikte ortadan kaybolur. İşaretin geldiğini sanan Ruben koşmaya başlayınca binadan aşağıya düşer. Ayıldığında yanı başında Baron Aurelio adında birisi vardır. Baron Aurelio, Ruben’in üzerindeki asker kıyafetlerinden onun bir kânun kaçağı olduğunu düşünür. Ruben’e, evde kalarak kendisine uşaklık yapması durumunda ele vermeyeceğini söyler. Baron Ruben’i sevgilisi Domitilla ile tanıştırır. Domitilla bir kahindir ve Ruben onun gizli güçleri olduğunu düşünerek kadından korkar. Artık Ruben, Baron ve sevgilisinin evinde yaşamaya ve onlara uşaklık yapmaya başlamıştır. Hem burada biraz para biriktirmek hem de Domitilla’dan korkusundan dolayı kaçmayı düşünmez. Fakat işler hiç de düşündüğü gibi gitmez. Baron’un evinde yaklaşık üç ay geçiren ve hiç para alamayan Ruben, Baron’un yatak odasındaki çekmecede bulunan parayı alarak kaçmayı planlar. Fakat kaçmayı düşündüğü günden bir gün önce Baron’un kendisine tecavüze kalkışmasıyla parayı alamadan evden kaçar.

Baron’un elinden kurtulan Ruben bir otobüse biner ve son durakta iner. Dinlenmek amacıyla boş sandığı bir villanın bahçesine sığınır. Villadan çıkan Bayan Margy adındaki yaşlı kadın, Ruben’i beklediği bahçıvan sanarak eve alır. Ruben kadından iş karşılığında Amerika için bir uçak bileti ister. Yaşlı kadın evi Ruben’e emanet ederek evden ayrılır ve bir seyahate çıkar. Ruben aylarca hiç bilmediği bahçıvanlık işiyle uğraşır. Bir gün bahçeye arızalanan küçük bir uçak iner. Uçağın pilotu Arturo arkeo-piottur ve sesler üzerine ilginç bir araştırma yapmaktadır. Arturo ve Ruben geceyi birlikte konuşarak geçirirler. Arturo’nun anlattıkları Ruben’in hayli ilgisini çeker. Ertesi gün uyandığında Arturo’nun uçağıyla gittiğini görür. Arturo’nun tekrar bahçeye inebilmesi için bahçeyi küçük bir uçak pistine dönüştürür. Fakat ev sahibinin aniden çıkıp gelmesiyle evi terk eder. Limana giden Ruben bir gemiye biner ve artık onun için yeni bir serüven başlar. Gemide önce bulaşıkçılık daha sonra barmenlik yapar. Fakat talihsiz olaylar bir türlü peşini bırakmaz. Gemi dev bir dalgaya yakalanır ve kaptanın ustalığı sayesinde bir ada limanına sığınır. Ruben sahilde dinlenirken gemi limandan ayrılır ve Ruben adada kalır. Fakat birden adaya bir uçak iner. Bu Arturo’dur ve Amerika’ya gitmektedir. Arturo, Ruben’i yanına alır ve birlikte Amerika’ya doğru yola çıkarlar. Ruben artık okyanus üzerinde gitmek istediği yere doğru yol almaktadır.

Diriliş - Tolstoy

Rus ve Dünya Edebiyatının en önemli yazarlarından Tolstoy’un Diriliş adlı bu eseri, vicdan azabının insan hayatı üzerinde neden olduğu baskıları anlatan, aynı zamanda ceza hukukuna yönelik ağır eleştiriler içeren önemli bir romandır. Romanın kahramanlarından Katyuşa küçük yaşta ailesini kaybetmiş, iki yaşlı kadının evinde hizmetçi olarak yaşamını sürdüren, genç ve güzel bir kızdır. Dimitri Nehludov ise erken yaşta babasını kaybetmiş, yirmili yaşlarında ve Rus Ordusunda görevli bir subaydır.

Nehludov, Katyuşa’nın yanında kaldığı kadınların yeğenidir ve birkaç günlük tatil için halalarının yanına gelir. Katyuşa için zor günler Nehludov’un eve gelişiyle başlar. Katyuşa güzelliğiyle genç adamın ilgisini çekmiştir. Genç kız bu duruma karşı çıkmaya çalışsa da duygularına hâkim olamaz ve Nehludov’un evden ayrılacağı günden bir gece önce birlikte olurlar. Ertesi gün Nehludov evden ayrılır. Evin hanımlarının bu yasak aşktan haberleri yoktur ancak birkaç ay sonra Katyuşa’nın hamile olduğu anlaşılır ve gerçek ortaya çıkar. Kadınların Katyuşa’ya karşı davranışları ve tavırları değişir ve bir süre sonra da evden kovarlar. Çiftlik evinden ayrılmak zorunda kalan Katyuşa, köyde bir tanıdığının evine sığınır. Çocuğunu burada dünyaya getirir ve aileye daha fazla yük olmamak için evden ve köyden ayrılır. Şehire gitmeye karar veren Katyuşa çocuğunu kimsesiz çocuklar yurduna yerleştirir.

Zor ve acımasız hayat koşulları Katyuşa’yı bir hayat kadını yapar. Randevuevi sahibi bir kadınla tanışır ve burada çalışmaya başlar. Bir gün çalıştığı randevuevinin zengin müşterilerinden biri soyulur ve öldürülür. Olaydan bir gece önce Katyuşa işi gereği adamla birlikte bir otelde birlikte olmuştur. Adam Katyuşa’dan çok memnun kalmış ve bir yüzük hediye etmiştir. Bu kötü tesadüf nedeniyle suç Katyuşa’nın üzerine kalır. Mahkemeye çıkarılan Katyuşa suçsuz olduğunu, adamı kendisinin öldürmediğini ve yüzüğün de hediye olarak kendisine verildiğini söylese de kimseyi inandıramaz. Mahkemedeki jüri üyelerinden biri de Nehludov’dur. Nehludov, Katyuşa’yı görür görmez hemen tanımıştır ama Katyuşa durumun farkında değildir. Nehludov, Katyuşa’nın düştüğü bu durumdan kendisini sorumlu tutmaktadır. Onun serbest kalması için elinden geleni yapar. Ancak mahkeme genç kadını suçlu bulur ve Sibirya’da kürek cezasına mahkûm eder.

Geçmişte yaptığı hatalardan büyük pişmanlık duyan Nehludov vicdan azabı çekmektedir. Katyuşa’nın kurtulması için elinden geleni yapmaya kararlıdır. Tanıdığı tüm soylu kişilere başvurur ve mahkemenin tekrar görülmesi için uğraşır. Fakat tüm çabaları sonuçsuz kalmaktadır. Nehludov uzun uğraşlar sonucu hapishanede Katyuşa ile görüşmek için izin alır. Fakat görüşme beklediği gibi geçmez, Katyuşa oldukça mesafeli davranır. Nehludov, Katyuşa’nın suçsuzluğunu ispat etmek ve savunmasını yapmak istemektedir. Sonunda ikna etmeyi başarır. Bundan sonra sık sık Kayuşa’yı ziyaret etmeye başlar. Bu ziyaretleri dolayısıyla, çok zor ve kötü koşullardaki insanları görür, fikirleri değişmeye ve bu insanlara da yardım etmeye başlar. Bu arada ceza hukuku sistemindeki çarpıklıkları da görür.

Nehludov’un çabalarından bir sonuç çıkmayınca Katyuşa cezasını çekmek üzere Sibirya’ya götürülür. Nehludov, Katyuşa’ya destek olmak ve bu zorlu yolculukta yalnız bırakmamak için yolculuğa katılır. Sibirya’da mahkemenin tekrar görülmesi için valiye başvurur. Tekrar görülen mahkemede Katyuşa’nın suçsuz olduğu kabul edilir ve daha uygun bir yerde sadece sürgün cezası çekmesine karar verilir. Nehludov, Katyuşa’ya bir iş bulur ve evlenmek istediğini söyler. Fakat Katyuşa, Nehludov’a daha fazla zorluk çıkarmamak ve üzmemek için, cezası sırasında tanıştığı bir mahkumla evlenir. Nehludov için artık yapacak bir şey kalmamıştır. Tüm bu yaşanalar onu farklı bir insan haline getirir ve hayatı boyunca doğru yolda mücadele etmeye karar verir.

Başıma Dağlar Düştü

Yazar Osman Çeviksoy tarafından kaleme alınan romanın kahramanı Karabey, askerlik görevini tamamlayarak köyüne dönen, kara yağız, çalışkan ve gözünü tehlikeden sakınmayan bir delikanlıdır. Köyde Kara Hasanlar adıyla anılan Karabey’in ailesi, bir tarla meselesi nedeniyle Balcılar ile kan davalıdır. Kara Hasanlar ile Balcılar, aralarındaki tarla sorunu nedeniyle mahkemelik olmuşlar ve mahkeme tarlayı Karabey’in ailesine vermiştir. Balcılar Karabey’in amcasını öldürmüşler, Kara Hasanlar ise davayı sürdürmemişlerdir. Fakat aralarındaki kan davası henüz bitmemiştir.

Karabey’in bir ağabeyi ailesi birlikte şehirde yaşamaktadır. Diğer ağabeyi ise, çocuklarını ve eşini köyde bırakarak Almanya’ya çalışmaya gitmiştir. Ailenin hem tarla, bahçe işleri hem de kan davası sorunu Karabey’in üzerine kalmıştır. Karabey’in köyde bir de Şerife adında sevdiği vardır.

Bir gün tarladaki işlerini bitiren Karabey eve döner ve annesinin kolu sargılı olarak yattığını görür. Annesi, babasının sinirli bir anında kürek ile vurduğunu ve kolunun kırıldığını söyler. Sabah kahveye giden Karabey hışımla eve gelir. Annesinin kolunu Balcılar’dan birinin kırdığını öğrenmiştir. Ağabeyinin tabancasını alır ve Balcılar’ın tarlasına gider. O sırada tarlada yemek yemekte olan altı kişiyi vurur. Eve gelen Karabey, evdeki herkesi bir traktöre bindirir ve şehire doğru yol alır. Şehire vardıklarında traktörden iner ve babasına bırakır. Babası teslim olmasını ister fakat Karabey dağlara çıkacaktır. İki üç gün boyunca dağlarda ve ormanda aç ve yarı baygın dolaşır. Büyük pişmanlık duymaktadır, babasını, anasını ve Şerife’yi düşünür. Tüm yaşananların bir rüya olmasını ister. Dere boyunca ilerlerken bir adam görür. Bu Kuyucu Mestan’dır. Kuyucu Mestan bir eşkiyadır ve yıllardır dağlarda yaşamaktadır. Adeta tek kişilik bir çete olan Kuyucu cinayet, hırsızlık, gasp, tecavüz gibi bir çok suçtan aranmaktadır. Karabey oradan gizlice uzaklaşır ve küçük bir dağ köyüne gelir.

Babasının askerlik arkadaşı Seyit Ali Çavuş bu köyde yaşamaktadır. Karabey onun evine gider, Seyit Ali Çavuş onu çok iyi karşılar ve ağırlar. Ara sıra şehire giden Seyit Ali Çavuş ailesinden haberler getirir. Karabey sabahın erken saatlerinde dağa çıkıyor, akşam karanlıkta eve dönüyordu. Bir gün Almanya’dan ağabeyi Karabey’i görmeye gelir. Karabey’e, yeni bir hükümet kurulmak üzere olduğunu ve bu hükümetin de genel af çıkarmayı planladığını söyler. Karabey duydukları karşısında biraz rahatlar, ağabeyinin verdiği radyoyu dinleyerek vakit geçirir. Seyit Ali Çavuş ve ailesi Karabey’le çok iyi ilgilenmektedirler. Fakat Şerife hiç aklından çıkmamaktadır.

Karabey günlerini bu şekilde geçirirken bir gün Seyit Ali Çavuş’un torunu Munise bir not getirir. Kağıtta kim olduğu belli olmayan birisinin kendisiyle görüşmek istediği yazmaktadır. Karabey tedbir olarak evdeki kadın kıyafetlerinden birini giyer ve yüzünü peçe ile kapatır. Buluşma yerine vardığında karşısında Kuyucu Mestan’ı görür. Kuyucu Mestan Karabey’e ortaklık teklif eder. Karabey bu teklif karşısında şaşırır. Herkesin korktuğu Kuyucu kendisine ortaklık teklif ediyordu. Kuyucu artık yaşlandığını ve yerine birini yetiştirmek istediğini, eğer teklifini kabul etmezse ailesine zarar vereceğini söyler. Ertesi gün cevabını almak üzere Karabey’in yanından ayrılır. Karabey, Kuyucu’nun kendisini vurmak gibi bir niyetinin olmadığını düşünür, üstelik teklifi kabul etmekten başka çaresi de yoktur. Ertesi gün buluşma yerine gider, Kuyucu kendisini beklemektedir. Birlikte Kuyucu’nun saklandığı yere giderler. Burası bir ev gibidir ve lazım olabilecek her şey vardır. Kuyucu Karabey’e hayatını, nasıl eşkıya olduğunu ve tecrübelerini anlatır. Kuyucu’nun yanından ayrılan Karabey köye döner. Ertesi gün erkenden kalkar ve Seyit Ali Çavuş ve ailesi ile vedalaşır. Yol boyunca geçmişini, ailesini ve Şerife’yi düşünür. Kuyucu ile buluşacakları yere geldiğinde bir adam görür. Bu adam oğulları ve kızlarını öldürdüğü Balcılar’dan Mustafa’dır. Tam silahına el atacakken arkadan iki el silah sesi duyulur ve Karabey yere yığılır. Karabey’e ateş eden Kuyucu Mestan’dır. Balcılar Kuyucu Mestan’ı, Karabey’i gözlerinin önünde öldürmesi için para karşılığı tutmuşlar ve Kuyucu da böyle bir tuzak hazırlamıştır. Karabey arkasında ailesini, Şerife’yi ve hayallerini bırakarak gözlerini yummuştur artık.

Fareler ve İnsanlar

Ünlü yazar John Steinbeck, Fareler ve İnsanlar adlı bu eseri ile 1962 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazanmıştır. Romanın kahramanları George ve Lennie çok yakın iki arkadaştır. İkiliden George ufak tefek fakat akıllı, işini bilen birisi iken arkadaşı Lennie, iriyarı cüssesine rağmen çocuksu ve saftır hatta biraz aptal bile denebilir. George ve Lennie çiftliklerde çalışarak yaşamlarını sürdürmektedirler. Karakterleri çok zıt olsa da birbirlerine çok bağlıdırlar.

İki arkadaşın hayalî para biriktirerek kendilerine bir arazi ve ev almaktır. Özellikle Lennie, alacakları evde tavşan yetiştirmeyi düşlemektedir. George ve Lennie çalıştıkları çiftlikten, Lennie’nin çiftlik sahibinin kızının parlak ve yumuşak eteğine dokunması ve bırakmaması üzerine kızın bağırması nedeniyle çıkan olaylar nedeniyle kaçmak zorunda kalmışlardır. Lennie’nin yumuşak şeylere karşı zaafı vardır. Fakat iri yarı ve güçlü olması nedeniyle, bazen okşadığı yumuşak şeyleri yanlışlıkla öldürebilmektedir. Soledad kasabasındaki bir çiftlik için adam arandığını öğrenirler ve yola koyulurlar. Havanın kararmaya başlaması üzerine bir gölün kıyısında konaklarlar, geceyi burada geçirip sabah yola devam edeceklerdir. Bu sırada George, Lennie’nin elindeki bir şeyle ilgilendiğini görür, Lennie’nin elinde ölü bir fare vardır. George Lennie’ye fareyi atmasını söyler, Lennie atmayınca da elinden alır ve atar. George, para biriktirip bir ev alınca kendisine hayvanlar alacağını söyleyerek Lennie’yi teselli eder. Sabah olunca yola koyulurlar. George yolculuk boyunca Lennie’yi çiftlikte hiçbir olaya karışmaması yönünde uyarır.

Çiftliğe ulaştıklarında patronla tanışırlar ve kalacakları yeri görürler. Patronun Curley adında bir oğlu vardır. Ufak tefek bir adam olan ve bu nedenle iri yarı insanlardan pek hoşlanmayan Curley, Lennie’yi gözüne kestirir. Lennie ile kavga etmek için fırsat kollayan Curley, bulduğu ilk fırsatta Lennie’yi sıkıştırır fakat Lennie adamın elini kırar. Curley’in karısı ise çiftlikteki herkesle kırıştıran bir kadındır ve şimdi de George ile Lennie’yi gözüne kestirmiştir. George, kadının başlarına iş açmasından korkar ve Lennie’yi uyarır.

Çiftlikteki çalışanların en büyük eğlencesi nal oyunu oynamaktır. Yine bir akşam nal oyunu oynanırken Lennie ise ahırda, çiftlikle çalışan Slim’in kendisine verdiği yavru köpeği sevmektedir. Fakat Lennie fareyi severken yanlışlıkla öldürdüğü gibi köpeği de öldürür. Bu sırada içeri giren Curley’in karısı durumu fark eder ve bu fırsattan yararlanarak Lennie ile sohbet etmeye başlar. Kadın, Lennie’nin saçlarını okşamasına izin verir. Fakat Lennie, kadının saçlarını sert bir biçimde okşamaya başlayınca kadın bırakmasını ister. Ancak Lennie bırakmaz ve okşamaya devam eder. Bunun üzerine kadın çığlık atmaya başlar. Panikleyen Lennie korkar ve kadının ağzını kapatır. Nefessiz kalan kadın bir süre sonra bacaklarının arasına yığılır kalır.

George ve Lennie çiftliğe gelmeden önce, kötü bir olay meydana geldiğinde buluşmak üzere bir yer belirlemişlerdir. Kadını istemeyerek de olsa öldüren Lennie, daha önce kararlaştırdıkları çalılığa gider ve saklanır. Kısa süre içinde Curley’in karısının cesedi bulunmuştur. Cinayetin ortalarda görünmeyen Lennie tarafından işlendiği çok geçmeden anlaşılır. Curley ve çiftlik çalışanları silahlarını alırlar ve Lennie’yi aramaya başlarlar. Ne yapacağını şaşıran George ise önce kaldıkları barakaya gider, bir silah alır ve herkesten önce Lennie’yi bulmak için doğruca çalılıklara gider. Lennie de panik içinde George’un gelmesini beklemektedir. George Lennie’nin yanına oturur ve konuşmaya başlarlar. Lennie, alacakları evi ve hayvanları hayal etmektedir. Bu sırada George Lennie’yi ensesinden vurarak öldürür. Curley ve çiftlik çalışanlarının Lennie’yi öldürmeden bırakmayacaklarını ve buna dayanamayacağını düşünerek arkadaşını kendi elleriyle öldürmüştür. Silah sesini duyanlar olay yerine vardıklarında gördükleri karşısında şaşırırlar ve George’u teselli etmeye çalışırlar ve çiftliğe doğru yürürler.

Füreya

Ayşe Kulin’in 348 sayfadan oluşan bu eseri, Türkiye’nin ilk bayan seramik sanatçısı Füreya Koral’ın yaşam hikayesini anlatmaktadır. Füreya, Osmanlı İmparatorluğunun çöküş yıllarında, bir Osmanlı paşasının torunu olarak dünyaya gözlerini açar. 1910-1997 yılları arasında yaşayan Füreya, Şakir Paşanın iki kızından biri olan Hakkiye’nin çocuğudur. Soylu, zengin ve onurlu bir ailenin üyesidir. Büyük dayısının, dedesi Şakir Paşa’yı yanlışlıkla vurması ve 1914 yılında Birinci Dünya Savaşının başlaması sonucu evin erkeklerinin cepheye gitmesiyle aile maddi sıkıntı içerisine girer. Ailenin kızları yalnız kalmıştır artık. Savaş süresince çok zorluklar çekerler.

Füreya’nın babası Emin Bey, Mustafa Kemal ile Harbiye’den sınıf arkadaşıdır ve Kurtuluş Savaşı mücadelesinde her zaman Mustafa Kemal’in yanında yer almıştır. Zaferden sonra da Ordu Komutanlığına getirilmiştir. Füreya daha çocuk yaşlarda iken Mustafa Kemal ile tanışma fırsatı bulmuştur. Millî Mücadele döneminde evlerinde önemli ve gizli toplantılar yapılmıştır. Füreya, Dame de Sion Lisesini bitirdikten sonra üniversite eğitimini de tamamlar.

Genç yaşta, ailesinin sıcak bakmamasına rağmen Sabahattin adında bir adamla evlenir. Bu evlilik aileyi çok şaşırtır. Çünkü adam Füreya ile tanışmak istemiş ve Füreya tanışmadan sonra evlenmeye karar vermiştir. Oldukça yakışıklı olan bu adam bir toprak ağasıdır ve Bursa’da oturmaktadır. Füreya İstanbul’dan ayrılır ve Bursa’ya gider fakat hayal kırıklığına uğrar. Oturacakları ev bir ahırın ikinci katıdır. Zaman geçtikçe kocası kabalaşmaya, bağırmaya, her şeye karışmaya hatta içki içtiği zamanlarda Füreya’ya tokat atmaya bile başlar. Tüm bu olanlardan dolayı boşanmayı düşünmeye başlar. Bir süre sonra hamile kalan Füreya boşanma fikrinden şimdilik vazgeçer. Fakat erken doğum nedeniyle bebeğini kaybeder. Bebeğinin ölümüyle bunalıma girer ve gördüğü tedavi sayesinde bunalımı atlatır. Artık eşinden boşanmış ve İstanbul’a dönmüştür. Ancak ailesinin maddi durumu eskisi kadar iyi değildir.

Füreya ikinci evliliğini birkaç yıl sonra Atatürk’ün yakın arkadaşlarından Kılıç Ali ile yapar. Oysa Kılıç Ali’yi sadece gazetelerde gördüğü kadarıyla tanımaktadır ve Kılıç Ali yaş olarak Füreya’dan epeyce büyüktür. Ailesi ilk evliliğinde olduğu gibi buna da itiraz eder. Füreya Artık Ankara’da yaşamaya başlar. Atatürk sık sık evlerine gelmektedir. 1938 yılında Atatürk’ün hayatını kaybetmesi Kılıç Ali’yi derinden etkiler ve bunalıma girer. Bir süre sonra da Füreya rahatsızlanır ve verem teşhisi ile hastaneye yatırılır. Daha sonra Büyükada’da bir ev tutulur ve bir yıl kadar bu evde tedaviye devam edilir. Ancak hastalığı ilerlemeye devam edince İsviçre’de bir senatoryuma yatırılır. Füreya burada, teyzesi Fahrünisa’nın teşvikleri sonucu seramik sanatına ilgi duymaya başlar. Bu arada tedavi için Fransa’ya nakledilir. Seramik sanatına ilgisi Fransa’da daha da artar ve bir atölyede çalışmaya başlar. Bir süre sonra da bir sergi açar ve büyük ilgi görür. O artık ünlü bir seramik sanatçısıdır. Aynı zamanda Türkiye’nin de ilk bayan seramik sanatçısı olmuştur. Türkiye’ye döndüğünde seramik sanatına devam eder ve İstanbul’da da bir atölye ve sergi açar. Bu arada Kılıç Ali ile ilişkileri kopmuş ve ayrılmışlardır. İçindeki çocuk özlemini dindirmek için erkek kardeşi Şakir’in kızı Sara’yı velayetine alır. Bir süre sonra Füreya’nın hastalığı tekrar nükseder. Fransa’ya gider ve burada çok riskli bir ameliyat geçirir. Ailesinden gizli olarak yaptırdığı bu ameliyatla ciğerinin bir kısmı alınır.

Füreya hayatının geri kalan kısmında seramik sanatı ile ilgilenmeye devam etti. Çok sayıda seramik sanatçısı yetiştirdi ve önemli eserler meydana getirdi. Hem Türkiye’de hem de dünyada çok sayıda ödüller aldı. Yaşamının son günlerinde hastalığı çok ilerlemiş ve sanatından uzak kalmıştı. 26 Ağustos 1997’de hayatını kaybetti.

Toprak Ana

“Toprak Ana”, geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden, Kırgız Edebiyatının dünyaca önemli ismi Cengiz Aytmatov’un en önemli eserlerinden biridir. Ufuk Kitapları tarafından yayımlanan eser 127 sayfadan oluşuyor. Kitapta, İkinci Dünya Savaşının küçük bir Kırgız köyüne etkileri anlatılıyor. Kitabın ana konusunu, savaş sırasında kocasını, üç oğlunu ve gelinini kaybeden bir kadının yaşam mücadelesi oluşturuyor.

Genç bir köylü kızı olan Tolunay, köyün gençlerinden Savankul’a aşık olur ve Tolunay ile Savankul evlenirler. Genç çiftin hayatta tek idealleri kendilerine ait bir toprağa sahip olmaktır.

Tolunay ve Savankul’un bu evliliğinden üç erkek çocuk dünyaya gelir. Çocuklar artık büyümüştür. O günlerde Savankul köye bir traktör getirir. Bu traktörün köye ilk girişidir. Artık toprağı işlemek çok kolaylaşmıştır. Çocukların en büyüğü olan Kasım, babası Savankul gibi biçerdövercilik yapmaya başlar. Ortanca çocuk Muslubeg ise çiftliğin komsomolunda sekreter olarak çalışmaktadır. Çocukların en küçüğü olan Caynak şehirde eğitimine devam etmektedir ve amacı öğretmen olmaktır.

Büyük kardeş Kasım Aliman isminde güzel bir kızla evlenir. Tolunay ve Savankul, hayatlarından ve çocuklarından çok memnundurlar. Günler ve aylar bu şekilde akıp giderken savaş başladığı haberi öğrenilir. Bu nedenle bütün köylerden genç erkekler orduya çağrılmaktadır. Tolunay Ana’nın oğlu Kasım da askere çağırılır. Kasım’ın ardından Savankul ve Muslubeg de askere alınmışlardır. Ailenin mutlu hayatı bir anda değişmiştir. Kasım, Savankul ve Muslubeg’in askere gitmesinin ardından evde sadece Tolunay Ana, gelini Aliman ve küçük oğlu Caynak kalmıştır.

Savaş devam ederken Caynak da anasından habersiz askere gider. Savaşın getirdiği açlık ve sefalet tüm acısıyla hissedilmektedir ve köylülerin artık dayanma gücü kalmamıştır. Tolunay ve Aliman tüm zorluklara rağmen toprağı işlemeye devam ederler. Bir gün acı bir haber gelir, Savankul ve Kasım savaşta şehit düşmüşlerdir. Tolunay Ana ve Aliman bu haberle yıkılırlar. Fakat kötü haberler bununla sınırlı değildir. Baba-oğulun ölümünün ardından Caynak’ın da savaşta kaybolduğu haberi gelir. Tolunay Ana kendisinden çok gelini Aliman için üzülmektedir. Kendisini çok yalnız hisseden Aliman, köylerine yeni gelen bir çoban ile bir ilişki yaşar ve hamile kalır.

Tüm yaşananlara rağmen Tolunay Ana gelinine sahip çıkar. Aliman ise yaptıklarından çok pişmandır. Bir gece Tolunay Ana, Aliman’ın doğum yapmak üzere olduğunu görür, fakat doğum çok zor geçmektedir. Tolunay Ana doğumda zorlanan Aliman’ı kasabaya götürmeye çalışır. Ancak çocuk doğar ama Aliman hayatını kaybeder. Tolunay Ana’nın artık hayatta Aliman’ın çocuğundan başka kimsesi kalmamıştır.

Sefiller

Yoksul bir köylü olan Jean Valjean, hırsızlık nedeniyle kürek cezasına çarptırılmış ve 19 yıllık kürek mahkumiyetinin bitmesinin ardından şartlı olarak tahliye edilmiştir. Toplumdan dışlanmış olan Valjean’a sadece Digne kasabasının piskoposu iyi davranır. Fakat Valjean, piskoposun gümüş yemek takımlarını çalarak kendisine iyi davranan adama ihanet eder. Polis tarafından yakalanan Valjean’a yine piskopos yardım eder ve polislere yalan söyleyerek kendisini kurtarır. Piskoposun yemek takımlarını kendisine hediye etmesi Valjean’ı çok şaşırtır. Piskoposun iyiliklerinden çok etkilenen Valjean kasabadan ayrılır ve yeni bir hayata başlar.

Adını Monsieur Madeleine olarak değiştiren Valjean, piskoposun hediye ettiği yemek takımlarını satarak bir iş kurar. Üretimde yaptığı yeniliklerle fabrikasını büyütür ve kısa sürede zengin olur. İnsanlara yaptığı iyilikler ve yardımlar ile herkesin sevgi ve saygısını kazanır, kasabanın belediye başkanı olur. Valjean’ın fabrikasında çalışan Fantine adlı genç bir kadının gayrimeşru bir çocuğu vardır. Bu durumdan rahatsız olan diğer çalışanların baskısı sonucunda ustabaşı, Fantine’yi işten çıkartır. Fantine kızına bakabilmek ve ilaç alabilmek için her şeyini satar ve sonunda fahişelik yapmak zorunda kalır. Bie müşterisiyle kavga eden Fantine, polis müdürü Javert tarafından yakalanır. Tam bu sırada belediye başkanı Valjean olaya müdahale eder ve çok kötü durumda olan genç kadının hastaneye götürülmesini sağlar. Bu sırada başka bir olay daha meydana gelir ve Valjean, bir arabanın altında kalan bir adamı tek başına kurtarır. Bu olay, polis müdürü Javert’te, belediye başkanının, uzun süredir peşinde olduğu Jean Valjean olabileceği şüphesini doğurur. Halbuki Javert, kısa bir süre önce Valjean’ın yakalandığı haberini almıştır. Suçsuz bir insanın hapse gireceğini öğrenen Valjean, duruşma günü mahkemeye gider ve her şeyi itiraf eder. Bu durum mahkemede şaşkınlık yaratır, Valjean da fırsattan yararlanarak kaçmayı başarır.

Kasabaya dönen Valjean, hastanede olan Fantine’yi ziyaret eder ve kızına bakacağına söz verir. Bu sırada Javert de hastaneye gelir, fakat Valjean polisi atlatmayı başarır. Çok kötü durumda olan genç kadın Fantine, Javert’i karşısında görünce korkusundan hayatını kaybetmiştir. Javert’ten kurtulmayı başaran Valjean ise bir süre sonra yakalanır ve ömür boyu kürek cezasına çarptırılır. Buradan da kurtulmayı başaran Valjean, Fantine’nin kızını bulmaya karar verir. Fantine, kızı Cossette’yi bakmaları için Thenardier’lere vermiş ve her ay para göndermiştir. Valjean, Thenardier’lere bir miktar para verir ve kızı alır, birlikte Paris’e giderler.

Valjean Paris’te rahibe yetiştiren bir manastırda bahçıvanlık işi bulur. Cossette de burada eğitim görecektir. Artık baba-kız olmuşlardır. Valjean ve cossette sekiz sene mnastırda kaldıktan sonra ayrılırlar ve bir eve yerleşirler. O günlerde Paris’te kargaşa hakimdir. Şehir sokak çetelerinin hakimiyeti altındadır. Bu çetelerden birisi de Thenardier ve karısının başında bulunduğu bir çetedir. Cossette için Valjean’dan yüklü miktarda para alan Thenardier, Valjean’dan daha fazla para almak amacıyla ona pusu kurar. Fakat, Valjean’ı o günlerde tanımayan ve Paris’e atanmış olan Javert kurtarır. Thenardier’lerin kızı Eponine genç bir öğrenci olan Marius’a âşıktır. Marius ise Cosette’e âşıktır ve onu bulmak için Eponine’den yardım ister. Bu sırada, idealist düşüncelere sahip bir grup öğrenci politik bir toplantı yapmaktadır. Amaçları General Lamarque’ın ölümü üzerine patlak vereceğinden emin oldukları ihtilalin hazırlığını yapmaktadırlar. General’in ölüm haberinin duyulması ile birlikte öğrencilerin lideri olan Enjolras ve öğrenciler, ayaklanmaya destek vermek üzere sokaklara dökülürler.

Marius ise sürekli parkta gördüğü ama bir türlü konuşamadığı Cosette’in aşkından kendini kaybetmiş durumdadır. Cosette’in aklında da âşık olduğu Marius’tan başka bir şey yoktur. Valjean kızındaki bu değişikliğin farkındadır. Eponine, Marius’a aşık olmasına rağmen ona yardım eder. Ayrıca babasının çetesinin Valjean’ın evini soymalarını da engeller. Valjean, Javert’in kendilerine çok yaklaştığının farkındadır. Kurtulmak için ülkeden ayrılmaktan başka çareleri yoktur. Cosette ve Marius tekrar birbirlerinin göremeyecekleri düşüncesiyle ayrılırlar.

Marius, henüz Paris’ten ayrılmayan Cossette’e Gavroche ile bir mektup gönderir fakat mektuba Valjean el koyar. Valjean, ayaklanma sırasında Marius’a zarar gelmemesi amacıyla barikata katılmaya karar verir. Barikat kurulmuş ve öğrencilerle polis arasında çatışma başlamıştır. Gavroche, bir öğrenci gibi aralarına sızan Javert’i bir polis casusu olarak teşhir eder. Eponine çatışmalar sırasında vurulmuş ve hayatını kaybetmiştir. Marius’u aramak üzere barikata gelen Valjean yaklanmış olan Javert’i görür. Kendisine Javert’i öldürme fırsatı verilir ama O Javert’i serbest bırakır.

Ertesi gün öğrencilerin cephaneleri artık çok azalmıştır. Çatışma alanında cephane bulabilmek için koşturan Gavroche vurulur. İsyancıların hepsi, liderleri Enjolras da dâhil olmak üzere öldürülmüştür. Baygın durumda olan Mairus ise Valjean tarafından kurtarılır. Valjean, Mairus’u da alarak kanallara kaçar. Mairus’un kurtulabilmesi için hastaneye gitmesi şarttır. Valjean, hayatını bağışladığı Javert’in kendisine yardım edeceği umuduyla kanallardan çıkar. Zaten yardım isteyecek başka kimsesi de yoktur. Javert’i bulan Valjean, Mairus’un hastaneye götürülmesi için yalvarır. Çok katı bir adalet anlayışı olan Javert, Valjean’ın merhameti karşısında darmadağın olur ve Seine nehrine atlayarak intihar eder.

Cosette’in bakımı sayesinde iyileşen Mairus, kurtarıcısının kim olduğunu henüz bilmemektedir. Valjean, geçmişiyle ilgili tüm gerçekleri Marius’a anlatır. Cosette’le Marius’un evliliğinin ardından onların güvencesi açısından uzaklarda olmasının daha iyi olacağı konusunda ısrar eder. Marius ve Cosette’in düğününden sonra Thenardier’ler Marius’a şantaj yapmaya çalışırlar. Thenardier, Cosette’in babasının bir katil olduğunu söyler. Kanıt olarak ise barikatların düştüğü gece kanallardaki cesetlerin birinden çaldığı yüzüğü gösterir. Oysa bu yüzük Marius’un yüzüğüdür. Marius, kendisini kurtaran kişinin Valjean olduğunu anlar. Marius ve Cosette ölmek üzere olan Valjean’dan hayat hikâyesini öğrenirler. Valjean ise Cossette’i böyle mutlu olarak son kez görmenin mutluluğuyla hayata gözlerini yumar.

Kumru ile Kumru

Tahsin Yücel
Can Yayınları
294 sayfa

2002 yılında yayınlanan Yalan adlı romanıyla büyük ilgi toplayan Tahsin Yücel, yeni romanı Kumru ile Kumru’da yine toplumumuzun aslında gözler önünde olan ama kimsenin bir türlü dile getirmediği, yüksek sesle söylemekten herkesin ürktüğü bir sorununu anlatıyor.

Yaşamımıza egemen olan eşyanın, yalnızca günlük çalışma biçimimizi değil, aynı zamanda duygularımızı, düşüncelerimizi, giderek kişiliğimizi nasıl etki altına aldığı, son derece etkileyici ve inandırıcı bir dille anlatılmış Kumru ile Kumru’da. Tahsin Yücel, bu anlatılması güç konuyu ustalıkla romanlaştırmış: Eşya, zamanla bize egemen olur. Başka pek çok konuda olduğu gibi eşya tutkusunda da televizyonun belirli bir etkisi vardır. Oysa bir yerde durup kendimize sormamız gerekir: Kim kumanda etmekte? Biz mi televizyonu, yoksa televizyon mu bizi?

1933 yılında Elbistan’da doğan Tahsin Yücel, Galatasaray Lisesi’ni ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Aynı bölümde uzun yıllar öğretim üyeliği yaptıktan sonra, 2000 yılında emekli oldu. Çok çeşitli alanlarda ürünler vererek yazınımıza katkıda bulundu. Bu alanda da çeşitli ödüllere sahiptir.

Elveda Afrika Hoşcakal Paris

Hıfzı Topuz
Remzi Kitabevi
462 sayfa

1950′li ve1960′lı yıllarda Paris’te sanat ortamının içinde bulunan ve UNESCO’daki görevi nedeniyle Kara Afrika ve Latin Amerika’yı gezen Topuz, tanıdığı ünlülerin dünyasını, onların acılarını ve coşkularını ustaca yansıtıyor. Nazım Hikmet, Pertev Naili Boratav, Zekeriya Sertel, Fikret Adil ve Abidin Dino’nun Hıfzı Topuz’la dostlukları. Avni Arbaş’ın Yurt Özlemi, Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun Şiirli Mektuplarına da yansıyan tutkuları. Türlü yoksulluklar içindeki Fikret Mualla ile Nejad Devrim’in umarsızlığı. Devrimci Boris’in Checa’nın ve nice adsız kişinin birer roman çekiciliğinde süren serüvenleri. İşte “Elveda Afrika Hoşcakal Paris”te belleklerden silinmeyecek anılardan sadece birkaçı.

Yazar Hıfzı Topuz, kitabın diğer bölümlerinde gelişmekte olan Afrika’ya, bazı ülkelerin gelişimlerine ve yönetimlerine yer veriyor. UNESCO içinde daha ziyade bu ülkelere ilişkin çıkan tartışmalar kitabın son bölümlerinde öne çıkıyor.

Ben Öğretmen Kubilay

Aydoğan Yavaşlı
Bulut Yayınları
145 sayfa

“Ben Mustafa Kemal”… “Ben Hasan Tahsin”… Şimdi Cumhuriyet devrimlerinin bekçisi “ben öğretmen Kubilay”… Üçünün de ortak özelliği dünyayı ele geçirmek isteyen emperyalizme ve her türlü gericiliğe karşı savaşmaları… Yurt ve ulus sevgileri… Dünyada ve Türkiye’de birçok şeyin yeniden şekillendirilmek istendiği, emperyalizmin “küreselleşme” söylemleriyle dünyanın her yerini yeniden paylaşmaya başladığı, çıkarları için hak hukuk tanımadığı böyle bir zamanda, yurdunun bağımsızlığı ve ulusunun onuru, namusu için savaşan kahramanların yaşam öyküleri daha büyük önem taşıyor.

Aydoğan Yavaşlı, ulusal kültür savaşını kendi cephesinden sürdüren, edebiyatımızın en verimli yazarlarından biridir. Bir roman yapısı içinde kaleme aldığı bu kitabı da diğerleri gibi çok okunacak, hakkında çok konuşulacak, çok yazılacaktır. Mustafa Fehmi Kubilay’ın kısacık yaşamı, Türkiye’nin en çalkantılı dönemine rastlamıştır. Yaşam öyküsü yazılırken tarihsel arka plana bağlı kalınmıştır.

Büyük İskender

Paul Doherty / İngiliz Edebiyatı - Roman / Koridor Yayıncılık / 336 sayfa

Milattan Önce 334-333′te, Yunan topraklarının batısındaki küçük ve önemsiz bir krallıktan yükselen İskender, aç bir kurt gibi Pers İmparatorluğu’nun üzerine saldırmış, bugün Orta Doğu, Mısır, Filistin, Suriye, Türkiye, Irak ve İran olarak bilinen toprakları kendi imparatorluğuna katmış, orduları bugünkü Pakistan’ın batısına ve Hindistan’ın kuzeybatı cephesine kadar dayanmıştı.

Bu askeri deha, kaderinin dünyanın sonuna ulaşana kadar yoluna çıkan her şeyi fethetmek olduğuna inanıyordu. Tanrılaşmak isteyen bir adam, hayatının büyük bölümünü başkalarının özgürlüklerini ellerinden alarak geçirmiş bir özgürlük savaşçısı, şefkatli ve cömert bir dost, Tyre gibi antik bir kenti acımasızca yıkıp 3000 askerini çarmıha gerdiren zalim bir hükümdar olarak, genç fatih son derece büyük bir gizeme sahiptir.

Genel inanca göre, İskender alkol zehirlenmesinden ya da sıtmadan ölmüştür. Peki daha sinsi, daha ölümcül başka etkenler var mıydı? Babil’e girmemesi için uyarılmış mıydı? Hintli kahin Calanus, kendi cenaze yatağına uzanmadan önce, etrafını güçlü savaş liderleriyle çevirmiş olan Büyük Fatih’i, kendisini Babil’de bekleyeceğini söyleyerek uyarmıştı. Peki bu saldırgan, şiddet düşkünü hırslı adamlar, kendi liderlerini hedef alacaklar mıydı? İskender’in dünyanın sonuna kadar gitme konusundaki kararlılığından, despot yapısından, kendi dostlarının ve meslektaşlarının savaş alanı yerine “kazayla” ya da “hastalık yüzünden” ölmesini izlemekten bıkıp usanmış olabilirler miydi? Bu genç Tanrının yaşamını zamansız bir sona ulaştırma kararını verenler bu adamlar mıydı?

Kitabın yazarı Paul Doherty, bu etkileyici eserinde, yaklaşık 2500 yıl önce gerçekleşmiş bir cinayetin ardında yatan gerçekleri, zaman ve mekan sınırlarını aşan bir dedektiflik başarısıyla gün ışığına çıkarıyor. Paul Doherty birçok tarih çalışması ve tarihi romanı bulunan uluslararası üne sahip bir yazardır. Liverpool ve Oxford Üniversitelerinden mezun olmuş, Oxford’da doktora yapmıştır.

Hükmedenler

Wilbur Smith / İngiliz Edebiyatı / Roman / Altın Kitaplar / 479 sayfa

Hükmedenler, birbirine düşman iki kardeşin nefret, esaret ve intikamla bezenmiş öyküsüdür. İki kardeş, iktidar kılıcını ele geçirmek için verilen acımasız savaşta karşı karşıya geleceklerdir. Wilbur Smith’in usta kalemiyle yarattığı ürpertici ve sürükleyici bir şaheser daha.

Arka Kapak:

“Hükmedenler” Güney Afrika’nın bağımsızlık savaşı sırasındaki çarpıcı olayları ve entrikaları dile getirmektedir.

Bu hikaye, Lothar De La Ray’la Centaine’nin kavgasıdır. Centaine, altın madenlerinin bulunduğu servetine servet katmak, Lothar De La Ray ise geçmişte kaybettiklerini ele geçirmek için mücadele vermektedir.

”Hükmedenler” Afrika’nın altın madenlerinden iktidarın gizli doruklarına, Berlin’den Sina ufuklarına dek koşanların öyküsüdür.

Elmas Avcıları

Wilbur Smith / İngiliz Edebiyatı / Roman / Kelebek Yayınları / 269 sayfa

Elmas Avcıları, Güney Afrika kıyı çöllerinin kum fırtınalarından, Güney Atlantik’in terkedilmiş buzlu topraklarına, Cape Town’dan Londra’ya oradan tekrar Cape Town’a uzanan bir heyecanlı öyküyü anlatıyor. Şiddet, gerilim ve büyüleyici elmas alemiyle zevkle okuyacağınızı ümit ettiğimiz bir kitap.



Güneşkuşu

Wilbur Smith / İngiliz Edebiyatı / Roman / Kelebek Yayınları / 303 sayfa

Wilbur Smith’in okuru içine çeken, okurken elden bırakılamayacak bir romanı daha. Tarih ve maceranın birleştiği muhteşem bir eser.

Kimdi O? Ünlü bilgin ve arkeolog, barıştan, mantıktan yana tanınmış kişi Dr. Benjamin Kazin miydi, yoksa 2000 yıl önceki tanrıların Baltacıbaşı, kralın başdanışmanı, Prenses Tanith’in gizli sevgilisi, altın dilli ozan, gizemci ermiş, eşsiz savaşçı ve ulu Opet İmparatorluğunun son umudu Huy Ben-Amon muydu? Ya da, bir bakıma her ikisi birden miydi?

Güneşkuşu eski bir kültürün yarattığı bilmeceler, başlarına geleceklerden habersiz bir arkeolog grubuna çeşitli tuzaklar kuruyor… Bir aşk, nefret, şiddet ve ölüm dramı…

Altın Madeni

Wilbur Smith / İngiliz Edebiyatı / Roman / Kelebek Yayınları / 263 sayfa

Okurken elinizden bırakamayacağınız macera dolu bir roman. Fazla kalın olmadığı için çok kısa sürede bitirebilirsiniz. Kitabı okurken kendinizi Güney Afrika’daki altın madenlerinde bulacaksınız.

Manfred Steyner doğuştan kumarbaz ve sinirli bir adamdı. Karşısındaki herkese oyun masasındaki rakipleriymiş gibi davranıyordu.

Bir süs eşyası ve para kaynağı olarak gördüğü güzel karısı Terry ile tutkularının esiri Rod İronsides’i kendi çıkarları için kullanmaktan çekinmiyordu. Ne var ki Rod İronsides güzel karısı ile ilişki kurduğunun çok geç farkına varacaktı.

Üçü de kendi kişisel ve siyasi çıkarları için dünyanın en büyük altın madenini yok etmek isteyen bir grup güçlü adamın oyuncağı haline geldiklerinde çoktan iş işten geçmiş olacaktı.

Altın Madeni, Wilbur Smith’in, hem yerin altındaki hem de üstündeki parlak yaşantıyı ve gerilimi, korkunç göçükleri, ustaca yapılan altın hırsızlıklarını, acımasız kişileri ve altının karşı konulmaz çekiciliğini ustaca kaleme aldığı bir roman.